-daha kahve var mı?
-hıhm, getir kupanı.
kupamı koltuğun üzerinden ona doğru uzattım. creazione di adamo freskine benzer bir görüntüde bekleşiyoruz. kahveyi dolduruyor ve tekrardan koltuğuma yayılıyorum. kol saatini huzursuz bir şekilde yeniden kontrol ediyor ve dudaklarını biraz kemirip bana doğru dönüyor.
-hata etmiyoruz değil mi?
camila ortaya bu soruyu atabilmek için epey bekledi bile denilebilir. şehrin yaşantısı kimilerine öyle bir konfor alanı oluşturuyor ki, onun dışına azıcık çıkadursunlar, hemen elleri ayakları titremeye başlıyor. camila’yı bunun için suçlayamam. bir buçuk senedir boş vakitlerimde gidip üzerine uğraştığım ve nihayet tamamladığım, río caquetá kıyısındaki kulübeme taşınmak istediğimi söylediğimde ağzından tükürükler saçarak “saçmaladığımı, aklımı yitirdiğimi ve orada asla yapamayacağımızı” söylemişti. oysa ben onu benimle beraber taşınması için zorlamadım. hatta işin aslına bakacak olursak davet bile etmedim. kararlılığımı gördükten sonra benimle birlikte kulübeye taşınmaya kendi kendine karar verdi ve sanıyorum ki şimdi de kendi kendine bu kararından bir çıkış yolu arıyor.
-camila, kaygılarını biliyorum ama sanki medeniyetten tamamen uzağa, asla geri dönüşü olmayan bir yola giriyormuşuz gibi davranıyorsun. la pedrara’ya çok yakın bir yer. her türlü ihtiyacımızı karşılayabileceğiz. bras çoktan külüstür chevrolet’i kulübenin önüne bıraktı bile.
-ailemizden çok uzaklaşıyoruz, farkındasın değil mi?
-evet ama ömür boyu onlara yakın olacağız diye kendimizi dünyanın kuytu bir köşesine mi hapsetmeliyiz?
-korkuyorum.
-sana en başından beri söylüyorum, biliyorsun. üzerine neredeyse iki sene uğraştım bunun. bu benim hayalimdi. şimdi gitmeme bir buçuk saat kalmışken, hem de tüm kitaplarımı ve ıvır zıvırlarımı paketlemişken geri dönmeyeceğim. ben bunu istiyorum. doğanın içerisinde olmak zorundayım. bunu anlatması güç ama beni çağırdığını hissediyorum, reddedemeyeceğim bir çağrı bu. medeniyet git gide biyolojimizden öteye uzatıyor kollarını, başkalaşıyoruz. başka birisine dönüşmek arzusunda değilim. telefona bakmaktan boynum ağrısın istemiyorum. içi boş şişirilmiş haberleri öğrenip “eyvahlar olsun” diye ömrümü geçiremem. birilerinin daha iyi ve daha kaliteli olduğunu iddia ettiği şeylere para yetiştirebilmek için ömrümün üçte ikisini çöp edemem. adı “modern yaşam” olan ve teknolojiyle süslenmiş bu yalancı güneşi herkes bir ucundan bir yerlere doğru çekiştiriyor. önceden karanlığı örtsün diye marifetlerinden yararlanırdık, şimdiyse bizi nihai karanlığa doğru sürüklüyor gibi hissediyorum. bu kulübe benim şahsi kurtuluşum, camila. bundan vazgeçemem.
-güzelce orayı düzenlesek, boş vakitlerimizde gidip keyfini çıkarsak ve nefeslensek? tamamen oraya yerleşmek zorunda mıyız?
-sen zorunda değilsin, ben zorundayım. camila, beni iyi dinle.
ılık kahvemden bir yudum alıp yandaki sehpaya bırakıyorum. etraftaki paketlenmiş eşyaların üzerinde hızlıca göz gezdirip tekrar camila’ya doğru dönüyorum.
-sevgilim, gelmek zorunda değilsin. seni benimle o topraklarda yaşamaya zorlayamam. fakat biliyorsun ki ben daha önce hiçbir şeyin üzerine bir buçuk-iki sene boyunca uğraşmadım. hiçbir şey için hevesimi kaybetmediğim olmadı. ilk defa eyleme geçiyormuş gibi hissediyorum. bu sarpa sarmış insanlığın sözde ileri yürüyüşünde sahte medeniyetin paçasına takılamam. ben farklı bir patika yaratıyorum ellerimle. bir başkasının düşün dünyasında hayali gezintilere çıkmaktan sıkıldım. senelerdir yazmadığım ve üzerine konuşmadığım fikir kalmadı. oysa şimdi fark ediyorum, camila. fikirler aptalcadır -eylemlenmedikleri sürece.
bir süre sessizce bakışıyoruz.
-eyleme geçmeliyim, camila.